Ekonomide yeni bir dönem 2001 şubatında tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşayan Türkiye o günden günümüze çok farklı bir dönem geçiriyor. 4 yıl önce dibe vuran ekonomi gemisi yüzeye çıktı ve hızla yol alıyor. Kamu Maliyesi ve para politikalarında uzun yıllar alışık olmadığımız iyileşmeler yaşanıyor. 2006 ve sonrası ise bu gelişmelerin sürdürülebilir olup olmayacağını ortaya çıkaracak. Başarıların kalıcı olabilmesi için artık ekonomide reel sektörün ana gündem maddesi olması gerekiyor. | ![]() |
Türkiye, birkaç yıl öncesine kadar siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, kamu açıklarının sebep olduğu ağır borç yükü, yüksek oranlı kronik enflasyon gibi pek çok olumsuz göstergeyle karşı karşıyaydı. Hem kamu sektör hem özel sektör günü kurtarma derdine düşmüştü. Bugünse Türkiye, çok farklı bir süreci yaşıyor.
Enflasyon tek haneli rakamlarda ve son 37 yılın en düşük seviyesinde. Dört yıldır aralıksız yüksek oranlı büyüme gerçekleşti. Bir hayal olarak görülen TL'den sıfır atılması gerçek oldu. İstikrar ve güven ortamının sağlanması ve AB rüzgârı sayesinde özelleştirme ve yabancı sermaye girişinde rekor yaşanıyor. Bütçe, çeyrek asırdır ilk kez bu kadar iyi bir performansla Gayri Safi Milli Hasıla'nın (GSMH) yüzde 3'ü oranında açık veriyor. Ekonomiyi kemiren reel faiz oranları geriliyor.
Her şeyden önemlisi artık hem kamunun hem de özel kesimin, Türkiye'nin kangren haline gelen sorunlarının çözülebileceğine inancı var. Elde edilen bu başarının, Irak işgalinin yaşandığı ve yakın çevremizde istikrarsızlığın devam ettiği bir dönemde gerçekleşmesi ayrıca önemli.
Bu olumlu gelişmelerin yanında, artan dış ticaret açığına bağlı olarak büyüyen cari açık, istihdamdaki durgunluk, istihdam üzerindeki vergi yükü ve döviz kurlarındaki düşük seyir, olumsuzluklar olarak görülüyor. Ancak hükümet cari açığın finanse edilebilir olduğu fikrini savunuyor. İşsizlik oranının da zaman içinde daha düşük oranlara gerileyeceğini belirtiyor.
1968'den bu yana en düşük enflasyon
Döviz kurlarının seviyesinden en fazla şikâyetçi olanlar ise ihracatçılar. Son aylarda bu halkaya, ithal ürünlerden yakınan ara malı üreticileri de katıldı. Merkez Bankası ise döviz kurunu bir para politikası aracı olarak görmediğini belirterek, "dalgalı kur"un olumsuzluklara karşı bir sigorta olduğunu iddia ediyor.
2001 krizi ile ağır sarsıntı yaşayan Türk ekonomisi, son birkaç yıl içinde çok önemli bir sıçrama ve iyileşme kaydetti. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) bile şaşırtan iyileşme, kısa zaman dilimine sığdırılan yapısal reformların, istikrarın, devlet kurumları arasındaki uyum ve kararlılığın sonucu.
2003'te başlayan toparlanma, özellikle 2005'te daha da hızlandı. Yıllardır kronik hale gelen enflasyon 2004 yılı içinde üretici fiyatlarında 28 yıl, tüketici fiyatlarında ise 32 yıl aradan sonra yeniden tek haneli rakamlara düştü. 2005 yılında da gerilemeye devam ederek tüketici fiyatlarındaki enflasyon son 37 yılın en düşük düzeyine indi. Oran yüzde 7,7 oldu. Bu oran, 1968 yılından bu yana kaydedilen en düşük fiyat artışı. 2005 yılı üretici fiyatları ise daha düşük seviyede, yüzde 2,7'de kaldı.
Hissettirmeksizin vatandaşın cebinden çekilen bir vergi türü olan enflasyonun bu seviyeye inmesi, pek çok alışkanlığı temelden değiştirmeye başladı. Yüksek oranlı kârlar geride kalırken, Türk parasından kaçış son buldu. Artık insanlar maaşını alır almaz döviz büfelerine koşmuyor. Millî gelirdeki değişim de, ekonomik istikrar ortamının göstergelerinden. 2001 krizi ile bir anda fakirleşen Türkiye'nin 2002'deki kişi başına düşen milli geliri 2598 dolar olarak gerçekleşti. 2003'te rakam 3383 dolara çıkarken, 2004'te 4240 dolara yükseldi. Millî gelir için 2005 tahmini 4964 dolar, 2006 hedefi ise 5216 dolar.
Bol sıfır tarih oldu
Enflasyonda tek haneye inmeyi başaran Türkiye, TL'den sıfır atma operasyonunu da sorunsuz bir şekilde tamamladı. Atılan sıfırların da etkisiyle, Türk parası yurtiçinde ve dünyada yeniden itibar kazandı, mukayese edilebilir bir değer haline geldi. Dünyanın en bol sıfırlı parası olduğu için zaman zaman alay konusu olmaktan kurtulup, dolar ve avro'nun değerine yakın bir değerle itibarlı paralar arasındaki yerini aldı. Muhasebe sisteminde ve ödemelerde kolaylık sağlandı.
Yaşanan olumlu gelişmelerden biri de bütçe. Son üç yıldan bu yana bütçe açığında gerileme kaydediliyor. 2002'de 40,1 milyar YTL, 2003'te 40,2 milyar YTL olan açık, 2004'te 30,3 milyar YTL'ye geriledi. 2005'in ilk 11 ayında da açık 5,4 milyar YTL'ye düştü. Yılsonu rakamının 12 milyar YTL'nin altında gerçekleşmesi bekleniyor. 2005 yılı Ocak-Aralık döneminde, faiz dışı bütçe fazlası da 35 milyar 985 milyon YTL oldu. Bu gelişmelerin ardından, 2002 yılında yüzde 14,6 seviyesinde olan bütçe açığının GSMH'ya oranının 2005'in bütününde yüzde 3'e gerileyeceği tahmin ediliyor.
Bütçe açığının gerilemesinde düşen, faiz giderlerinin payı büyük. Ekonominin genelinde elde edilen neticeler, sağlanan istikrar ve güven ortamı yanında Uluslararası Para Fonu (IMF) İcra Kurulu'nun birinci ve ikinci gözden geçirmelere ilişkin niyet mektubunu onaylaması da faiz oranlarının düşmesinde etkili oldu. AB ile müzakere sürecinin başlaması bir diğer etken. Sonuçta, borçlanma maliyetlerinde çok önemli tasarruflar sağlandı.
Ekonomi gündemini yakından izleyen uzmanlar arasında kamu maliyesi ve para politikalarındaki iyileşme noktasında görüş birliği var. Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eser Karakaş, "Bütçe açığı yüzde 3 dolaylarında ve para arzı kontrol altında. Orta vadede ekonomide bir tehlike görünmüyor. Çünkü ekonomideki anahtar kamu maliyesidir ve orada sorun yok." diyor.
Dört yıldır kesintisiz büyüme
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Melen ise Karakaş'ın aksine asıl meselenin kamu maliyesini düzeltmek olmadığını belirterek, bir uyarıda bulunuyor: "Bunlar yapılırken borçlanma arttı, ithalat arttı ve ithalattan kaynaklanan ciddi bir büyüme oldu. İthalat artarken karşılığında katma değer de büyümeli. Katma değeri yüksek mal ve hizmet üretmek lazım. Bu da temel ekonomik reformlarla mümkün."
1990'lı yıllarda neredeyse yerinde sayan ekonomi, son dört yılda ortalama yüzde 7 oranında büyüme kaydetti. Ekonomik istikrarın sürdüğü, mali disiplinin korunduğu 2005 yılında, sürdürülebilir büyüme ortamının ışıkları görünmeye başladı. Kriz yılı 2001'de yüzde 9,5 ile rekor seviyede küçülen ekonomi, girdiği hızlı büyüme sürecini dördüncü yıl da devam ettirdi. 2005'in ilk üç çeyreğindeki oran ise yüzde 5,5 olarak gerçekleşti. Aralıksız 15 çeyrektir devam eden yüksek oranlı büyümenin bu yıl da sürmesi bekleniyor.
Sanayi üretiminde ivme kaybı olsa da yükseliş devam ediyor. Üretim, 2004 yılının Ocak-Ekim döneminde yüzde 10,5 oranında artış gösterirken, 2005'in aynı döneminde yüzde 4,7 yükseldi. 2005 yılının on ayındaki üretim artışı, imalat sanayiinde yüzde 4,1; elektrik, gaz ve su sektöründe yüzde 7,2; madencilik sektöründe de yüzde 13,1 oldu.
Hacettepe Üniversitesi Maliye Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Güneri Akalın geçen yılın ilk üç çeyreğindeki yüzde 5.5'lik büyümeye atıf yaparak, normal bir ekonomide büyüme oranlarının zaten ortalama yüzde 5 olacağını belirtiyor. Türkiye'nin yıllık büyüme rakamının yüzde 7'nin altına inmemesi gerektiğini belirterek, yoksa ekonomide kalıcı bir iyileşme sağlamanın zorlaşacağını vurguluyor.
İşsizlik sorun olmaya devam ediyor
Ne var ki, yüksek oranlı büyümeye karşılık aynı ölçüde istihdam artışı yaşanmıyor. 2002, 2003 ve 2004 yıllarında yüzde 10'un üzerinde seyreden işsizlik oranı, ancak 2005'in ortalarında gerilemeye başladı. Oran, Eylül ayı itibariyle yüzde 9,7'ye geriledi. Rekabet şartlarının zorlaması sebebiyle sanayide meydana gelen verimlilik artışı da, istihdamda büyümeye paralel artış olmadığını gösteriyor. Üreticiler, son yıllarda daha az personelle daha çok iş yapmanın üzerine yoğunlaşmış durumda.
İstihdamda istenen artışın gerçekleşmemesi eleştirilen konulardan biri. Ekonomi yönetimi ise bu eleştirileri, "Ekonomideki iyileşme, zamanla istihdama da yansıyacak." şeklinde cevaplıyor. Sorunun çözümü şüphesiz yatırımların ve ekonomik büyümenin devamına bağlı.
Prof. Dr. Eser Karakaş, işsizlik sorununu doğrudan ekonomik gelişmeler ile bağlantılı görmüyor. Hükümetin ekonomide yakaladığı performansın istihdama yansımamasını normal karşılıyor. Güneri Akalın ise işsizlikle ilgili resmî rakamların gerçekleri yansıtmadığı iddiasında. Ona göre oran yüzde 10'un üzerinde. Türkiye'de vergi yükü yüzde 35'leri bulurken, iç tasarrufların yüzde 20'lerde seyretmesinin, ülkeye kendi kendini finanse etme şansı bırakmadığını da belirten Akalın, "Kentleşme ve sanayileşmeye paralel olarak işgücüne katılma oranının artması beklenir. Yüzde 50'lerin altında olan işgücüne katılma oranı artacağı yerde azalma eğilimi gösteriyor. İnsanlar umutları kalmadığı için iş aramıyor ve başvuru yapmıyor, bu da işsizlik oranlarını düşük gösteriyor. Bunlar kendi kendimizi aldatmaktır. İşsizliğe çözüm bulmak için iç tasarruflar yüzde 30'ların üstüne çekilmeli, vergi yükü azaltılmalı ve yatırıma dönük yabancı sermaye girişi olmalıdır." diyor.
İç ve dış borçlar
Türkiye İhracatçılar Meclisi Genel Sekreteri Prof. Dr. Emre Alkin ise, işsizlik sorununa çözüm bulabilmek için Türkiye'nin üretmek zorunda olduğunu düşünüyor. Alkin'e göre hükümet üyelerinin ağırlıklı olarak sanayiden değil de ticaretten gelen insanlar olması, işleri zorlaştıran etkenlerden. Bu sebeple fikirler daha çok, sermayesine oranla daha yüksek ciro sağlayan gayrimenkul ve inşaat gibi alanlar için üretiliyor. Bütçe hedeflerini tutturabilmek için hükümetin sanayiciye yüklenmesini de eleştiriyor Alkin: "Ekonomi büyüyor ama işsizlik düşmeyecek. Çünkü girdi ve istihdam maliyetleri çok yüksek. Maliyetler yükselince bin kişi çalıştıran 500 kişiye düşürüyor ama yine aynı ciroyu yapıyor. Çünkü 200-300 kişiyi de kayıt dışında çalıştırıyor. Sanayici böyle çalışmaya başladı. İhracatçı fasona dönüş yaptı. Hükümet sanayiye konsantre olmuyor, oysa bir ülke sanayi ile kalkınır."
Türk ekonomisinde yıllardır gündemden inmeyen konulardan birisi de iç ve dış borçlar sorunu. 1990'lı yıllardan bu yana şişen ve büyüyen borçlar, hâlâ eritilebilmiş değil ancak vadelerin uzatılmasında ve maliyetin düşürülmesinde büyük ilerleme kaydedildi. Krizin ardından 2002'de yüzde 78,5'e ulaşan kamu kesimi borç stokunun millî gelire oranı, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın açıkladığı geçici verilere göre 2005 yılında yüzde 57'ye düşmüş bulunuyor. Miktar azalmasa da millî gelir arttığı için borç yükü azalmış bulunuyor. Bunun yanında Hazine, günlük borç çevirme baskısını, stresini atmış durumda.
Maliyet açısından, bir dönem yüzde 25-30'larda reel faiz ödeyen devlet bugün nominal yüzde 13-14 faizle borçlanma imkanı bulduğu gibi, vadelerde de uzama gözleniyor. İç borçlanmada faizlerin düşmesiyle birlikte önemli bir tasarruf sağlandığı gibi dış piyasalarda da öncekinden çok daha rahat ve düşük maliyetle borçlanma imkânı oluştu.
Sadece Hazine değil, Türk bankaları ve bankacılık dışı sektörler için de aynı durum geçerli. Bu kesimlerin aldığı kredilerde ciddi artış yaşanıyor. Özellikle bankacılık dışı sektör dışarıdan sağladığı kredilerle yeni yatırım imkânları açıyor kendine. 2002 yılında 2,9 milyar dolar olan bu tür kredilerin 2005 sonu itibariyle 10 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor.
Bunun yanında bankaların açtığı bireysel krediler, özellikle konut ve otomotiv piyasasını hareketlendirdi. Enflasyondaki düşüşe paralel olarak konut kredilerindeki vade 30 yıla kadar uzatılırken, bazı bankalar aylık faizi yüzde 1'in altına indirdi. Bu durum emlak piyasasıyla birlikte inşaat sektörünü de canlandırdı.
Özelleştirmenin altın yılı
Bu yıl özelleştirmede rekor üzerine rekor kırıldı. Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmeleri gerçekleştirildi. Son üç yılda sonuçlandırılan ihalelerle 27 milyar doları bulan satışlar yapıldı.
2005, özelleştirme açısından altın yıl olarak tarihe geçti. Bu yıl içinde 8 milyar 208 milyon doları satış-devir işlemi tamamlanan uygulamalar, 8 milyar 740 milyon doları da ihalesi tamamlanıp onay ve sözleşmesi imza aşamasındaki projelerden olmak üzere toplam 16 milyar 948 milyon dolarlık özelleştirme gerçekleştirildi.
Yapılan özelleştirmelerde, satışı "yılan hikâyesi"ne dönen Türk Telekom, 6 milyar 550 milyon dolarlık rakamla en başta yer aldı. Onu 4 milyar 140 milyon dolarlık bedelle Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş. (TÜPRAŞ) izledi. Ardından 3 milyar dolarlık Atatürk Havalimanı kiralama ihalesi ve 2 milyar 770 milyon dolarlık Ereğli Demir Çelik Fabrikaları A.Ş.nin satışı en önemli özelleştirmeler oldu.
TMSF bünyesinde olan pek çok varlığın da satışı tamamlanarak batık bankaların Hazine üzerindeki kamburu biraz olsun küçültülmüş oldu. TMSF'nin yaptığı ihalelerde de Uzan Grubu ve Medya Grubu ile Telsim'in satışından 6 milyar 152 milyon dolar gelir elde edildi. Türkiye'nin ikinci büyük GSM operatörü olan Telsim'in satışında en yüksek teklifi 4 milyar 550 milyon dolar ile İngiliz Vodafone verdi.
Özelleştirme uygulamalarında bunlar yaşanırken özel sektörde de satın almalar ve birleşmeler hızlandı. Başta bankacılık sektörü olmak üzere yabancı alımları hızlandı. Yapı Kredi Bankası'nın yüzde 57,4'ünü Koç Grubu ve İtalyan Unicredito satın alırken Türk Ekonomi Bankası'nın (TEB) yönetimi BNP Paribas'a geçti. Dışbank Fortis'e satıldı, Rabobank Şekerbank ile Türkiye pazarına girerken, General Electric de Garanti Bankası'nın yüzde 25,5 hissesini aldı.
Özellikle bankacılık alanında cereyan eden bu devirler, sektördeki yabancı sermaye payını yüzde 13 seviyesine çıkardı. Bu eğilimin devam etmesi, yakın zamanda kamu bankalarının da özelleştirilecek olması sektördeki yabancı sermaye oranını tartışmaya açtı. Çünkü, kamu bankalarını alacak güçte yerli sermaye grubunun çıkması beklenmiyor.
Yeni bankaların da yabancılara geçmesi halinde sektördeki yabancı payı yüzde 50'ye yaklaşacak. Oysa AB'nin büyük ortakları arasında olan Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerin bankacılık sektöründeki yabancı payı yüzde 12'yi aşmıyor.
2005 yılında 25 milyar dolarlık yabancı sermaye imzası atıldı. Fiili giriş ise 10 milyar doları buldu. Yabancı Sermaye Derneği (YASED) eski Genel Sekreteri Abdurrahman Arıman, bunun bir rekor değil, ciddi bir patlama olduğu görüşünde. Çünkü 1954 yılında çıkarılan yabancı sermayeyi teşvik kanunundan bu yana ülkeye giriş yapan yabancı sermaye miktarı toplam 19 milyar dolar. Bu da demek oluyor ki 2005 yılında, yabancı sermaye açısından ülkenin yarım asrına bedel bir performans sergilendi.
Arıman, yabancı yatırımcının ülkeye bu kadar güven duymasını dört temel gerekçeye dayandırıyor, 'siyasi ve ekonomik istikrar, AB ile ilişkilerdeki netlik ve yatırım ortamının iyileşmesi.' Buna rağmen bürokrasideki engeller de halen ortadan kalkmış değil. Arıman, vergi indiriminden sonra geriye kalan tek engelin mevzuat olduğunun altını çiziyor. Çünkü yabancı sermaye konusunda bürokrasi hükümet kadar heyecanlı değil.
Ülkemizde önemli yatırımları bulunan yabancı firmalar halen bürokrasinin engellemelerinden şikâyetçi. Çok fazla yabancı yatırım çeken ülkelerin hepsinde bu işi kalkınma ajansları örgütlüyor. Türkiye 160 ülke arasında kalkınma ajansı olmayan tek ülke. Dış yatırımlarda yakalanan ivmenin sonuca ulaşması için kalkınma ajanslarının oluşumunu sağlayacak yasanın en kısa zamandan çıkması gerekiyor.
Prof. Dr. Güneri Akalın ekonomide artan yabancı sermaye girişinin alkışlanması gereken bir başarı olduğunu belirtmekle birlikte uyarısını da ekliyor: "Türk vatandaşı kendi ülkesinde ırgat olmamalı. Bunu şu açıdan söylüyorum. Sosyal güvenlik açığının büyümesi sebebiyle bir sürüklenme yaşıyoruz. Ekonomi direksiyonunda kendimizin oturma şansı azalıyor. Özellikle bankacılık sisteminin yavaş yavaş yabancılara geçeceğini düşünüyorum. Yabancı sermaye çekerken bu gibi konulara dikkat etmek gerekiyor."
Abdurrahman Arıman ise bankalar ile ilgili tartışmaları gerçekçi bulmuyor. Dünyada yabancı yatırımı çok fazla çeken ülkelerin bu işi nasıl yaptıklarını iyi gözlemlemek gerektiğini vurguluyor: "Avrupa Birliği'nde bile birçok büyük banka birbiriyle entegre olmuş durumda. Bu konuda getirilecek sınırlamalar, zaten almakta zorlandığımız yabancı yatırımları kaçırabilir."
İş dünyası ise yabancı sermaye girişini, ekonomiye taze kan olarak değerlendiriyor. Türkiye'nin kendi kaynakları ile büyüme potansiyelinin sınırlı olduğunu vurgulayan Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak'a göre sürdürülebilir bir büyüme için yabancı yatırım şart. Çünkü üretime dönük doğrudan yabancı sermaye girişi olmadan, istihdam sorununu çözmek mümkün görünmüyor.
Dış ticaret açığı büyüyor
Türkiye İstatistik Kurumu, en son kasım ayına ilişkin ihracat ve ithalat rakamlarını açıkladı. Açıklanan verilere göre, yılın ilk 11 ayında ihracat yüzde 16,5; ithalat yüzde 20,1 artış kaydetti. Tutarlar ise 65,99 milyar dolarlık ihracata karşılık 104,53 milyar dolarlık ithalat. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise yüzde 63,1. Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin açıkladığı son istatistikler de ihracatın 2005 yılında 73,4 milyar dolarla konulan hedefin üzerine çıktığını gösteriyor.
İhracatın 70 milyar doları aşması, yüzde 85'inin sanayi ürünlerinden oluşması sevindiren gelişmeler olmakla birlikte bu tutarın, bu yıl ilk kez 100 milyar doları aşan ithalatı karşılamaktan uzak olması düşündürüyor. Türkiye, dünyanın 22'nci büyük ihracatçısı. İthalatta ise daha yukarılarda, 14'üncü sırada. İhracatla orantılı olmayan bu derecenin sebeplerinden biri, değerli YTL. YTL'deki yüzde 10 değerlenme, ithalat faturasına yüzde 5'lik artış olarak yansıyor. Bu da 5-6 milyar dolarlık ithalat baskısı anlamına geliyor.
Reel sektörün rekabet gücü zayıflıyor!
Reel faizler gerilemekle birlikte halen uluslararası piyasaların üzerinde olması ve düşük döviz kuru, yerli üretici ve ihracatçının iç ve dış piyasalarda rekabet gücünü zayıflatıyor. Artan ithal ara malı (hammadde) sebebiyle yerli üretim ve istihdam zarar görüyor. Bu duruma çözüm isteyenlerin bir bölümü kur seviyesinin yükseltilmesini isterken, bir diğer kesim döviz kuruna dokunulmadan da rekabet gücünün artırılabileceğini savunuyor. Bunların önerileri, vergi indirimi, SSK primlerinin düşürülmesi ve diğer bazı alternatifleri içeriyor.
Vergi indirimi konusunda ilk önemli adım atıldı. Hükümet yüzde 30 olarak uygulanmakta olan kurumlar vergisini 2007 yılında yüzde 20'ye çekeceğini açıkladı. Bu gelişmenin piyasaya canlılık getirmesi, şirketlerin maliyet yükünü aşağıya çekmesi ve kârlılığını arttırması bekleniyor. Vergi gelirlerinde düşüşe yol açmaması, yatırım ve istihdama da olumlu katkı sağlaması, yabancı sermaye yatırımlarında Türkiye'nin cazibesini arttırması hedefleniyor. Bununla birlikte hâlâ vergi adaletinin sağlanamamış olması ve sosyal güvenlik sistemindeki büyük açıklar ciddi birer sıkıntı olmaya devam ediyor.
Vergi indirimi konusuna önem veren iş dünyası, istihdam üzerindeki vergi yükünün azaltılacağını açıklayan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'dan da icraat bekliyor. İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Süleyman Orakçıoğlu, son üç yıldır uygulanan ekonomi politikalarında kazananın mali sektör ve ithalatçılar olduğuna işaret ediyor.
Orakçıoğlu, mali piyasalardaki gelişmelerin ve olumlu tablonun kalıcı olabilmesi için artık reel sektörün sorunlarının ciddi şekilde ele alınması gerektiğini vurgulayarak uyarıyor: "Son üç yıldır mali piyasalar ve para politikalarında uygulanan sıkı disiplin üretime ciddi baskılar getirdi. İşini düzgün yapan ve vergisini ödeyen reel sektör yıllardır sosyal güvenlikteki kara delikleri kapatıyor. Ancak bu durum üretmeyi her geçen gün zorlaştırıyor. Uluslararası rekabet gücümüzü yitiriyoruz. Bu durum Türkiye'yi daha fazla tüketen ve daha az üreten bir ülkeye dönüştürüyor".
Hükümetten bir ayrıcalık beklemediklerini de belirten Orakçıoğlu, tek beklentilerinin, istihdam üzerindeki vergi oranlarının ve enerji fiyatlarının, uluslararası standartlar gözetilerek tekrar düzenlenmesi olduğunu belirtiyor.
Cari açık sorunu
En çok üzerinde durulan olumsuzluk cari işlemler açığı. Merkez Bankası'nın açıkladığı ödemeler dengesi bilançosuna göre, bu yıl Ocak-Kasım döneminde cari işlemler dengesi 18 milyar 740 milyon dolar açık verdi. Geçen yılın aynı döneminde cari açık 12 milyar 694 milyon dolar seviyesindeydi. 2004 yılının sonunda ise cari işlemler dengesi 15 milyar 573 milyon dolar açık vermişti. Açığın 2005 sonu itibarıyla 21 milyar dolara ulaşacağı, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'ya (GSYİH) oranının da yüzde 6 olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor. Bu durum, kimilerine göre ciddi bir risk ama kimilerine göre de endişeye mahal yok. Türk ekonomisi bu açığı yönetebilecek kapasitede.
Cari işlemler açığının finanse edilebilir olduğu düşüncesini destekleyen en önemli unsurlardan biri, turizm sektöründe yakalanan ivme. Sektör, ihracattan sonra cari işlemler dengesini etkileyen en büyük kalem. 2005'in 11 ayında Türkiye'ye gelen turist sayısı 20 milyonu aşmış bulunuyor. Rakamın önümüzdeki yıl 23 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. Ödemeler dengesi içinde yer alan ve kesin olmayan tahmini verilere göre Ocak-Kasım dönemindeki turizm gelirleri 17,6 milyar dolar. Turizm giderleri ise 2,6 milyar dolar. Elde edilen brüt turizm gelirinin 2006'da 20 milyar doları aşması bekleniyor. Cari açığı finanse eden diğer bir unsur ise sıcak para girişi.
Bunlar şu an için açığı finanse etmekle birlikte, esas olması gereken, ekonominin temelde daha az cari açık üretir hale getirilmesi, açığın sağlıklı yollarla kapatılması. Mevcut cari açık, ürettiğimizden daha fazla tükettiğimizin de bir göstergesi. En başta bunun değişmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında yüzde 60'a doğru gerilemekte olan ihracatın ithalatı karşılama oranının daha yukarılara taşınması, özellikle düşük kur sebebiyle tırmanan "ara malı" ithalatının frenlenmesi, üretimin ve yeni yatırımların teşviki büyük önem taşıyor.
Petrol fiyatlarındaki artışın faturası büyük
İthalattaki patlamanın temelinde döviz kurunun düşük seyretmesi olmakla birlikte bir diğer önemli etken de, ham petrol fiyatlarındaki tırmanış. Bir süredir 60 civarında seyreden varil başına fiyatlar, petrol ithalatçısı bütün dünya ekonomilerinde ithal kalemlerini yükseltmiş, enflasyonist baskıyı artırmış durumda. Yüksek seyreden fiyatlar, bu kategoride Türkiye'nin ödediği faturayı da iyice kabartmış, ikiye katlamış vaziyette.
En son verilere göre, sadece ham petrol ithalatı için yılın ilk 11 ayında ödenen para 7,94 milyar dolar. Onu 4 milyar doları aşan doğalgaz ve 2 milyar doları geçen petrol ürünleri ithalatı takip ediyor. Ham petrol ithalatı, 2002 yılının tamamında 4 milyar dolar seviyesindeydi.
Yurtdışından Türkiye'ye döviz akışı devam ediyor. Bu giriş, başta Hazine kağıtları ve borsa olmak üzere portföy yatırımlarında yoğunlaşıyor. Son dönemdeki özelleştirme uygulamalarıyla doğrudan yabancı sermaye girişinde de yükseliş göze çarpıyor. Buna bir de elde tutulan dövizlerin bozdurulması da eklenince dövizdeki arz fazlası devam ediyor. Bu durumun döviz kurlarında yol açtığı aşırı oynaklığı engellemeye çalışan Merkez Bankası, zaman zaman yüklü alımlar gerçekleştiriyor. Bu alımlar kurdaki düşük seyri engelleyemedi fakat döviz rezervlerinde önemli artış meydana geldi.
Geçen yılsonunda 58,7 milyar dolar seviyesinde bulunan, altın ve dövizden oluşan Türkiye'nin uluslararası brüt rezervi, yüzde 19 artışla, bu yıl Kasım ayında 69,9 milyar dolara çıktı. 2004 yılı sonunda 36 milyar dolar olan Merkez Bankası'nın döviz rezervleri ise yüzde 32 artışla, 9 Aralık'ta 47,5 milyar dolara yükseldi.
2006 nasıl bir yıl olacak?
2004'te olduğu gibi 2005 yılında da, AB ile müzakere sürecinin başlaması başta olmak üzere, Ortadoğu'daki gelişmeler, ABD Merkez Bankası'nın faiz kararları, Merkez Bankası'nın faiz indirimleri, özelleştirmeler, TMSF'nin satışları, Hazine ihaleleri, IMF ile ilişkiler, petrol ve altın fiyatları piyasalar tarafından yakından takip edildi. 2006'da da bu konulardaki dikkat devam edecek. Bu yıl bunlara Cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken seçim tartışmalarını da ilave etmek gerekiyor.
Bugüne kadar alınan mesafe ve temel ekonomik göstergeler, 2006 yılının da 2005'ten çok farklı olmayacağının işaretçisi. Bütçe dengelerinin daha yerinde olduğu, ekonomik büyümenin devam ettiği, enflasyonun biraz daha gerilediği bir yıl bekleniyor. Bununla birlikte iç ve dış riskleri de unutmamak lazım. Ekonomik istikrarı, sadece ekonomik verilerle değerlendirmek, resmin bütününü görmeden yorum yapmak olur.
Ekonomik istikrar, siyasi istikrar ile doğrudan bağlantılı bir konu. Prof. Dr. Eser Karakaş da bu gerçeğe işaret ederek, Türk Ceza Kanunu'nun çok tartışılan 301. maddesi ile cari açık arasında çok ciddi bir ilişki olduğunu belirtiyor. Çünkü özgürlüklerde geriye gidiş, AB müzakere sürecinin sekteye uğramasını, onun sekteye uğraması ise ekonomik istikrarın bozulmasını netice verebilir. Bütün uzmanların dikkati çektiği husus, uluslararası sistem ile entegrasyon. Ekonomik istikrarın sağlanmasında IMF politikaları nasıl etkili olduysa, siyasal istikrarın sağlanması ve yabancı yatırım akışı için AB sürecinin büyük önemi var.
Devlet Bakanı Ali Babacan, Türkiye'nin serbest kur rejimiyle olabilecek en sıkıntılı dönemlerden geçtiğini, Irak savaşını yaşadığını söylüyor. Babacan, cari açık finansmanı kalitesinin arttığını, dolayısıyla burada da bir sıkıntı olmayacağını savunuyor. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti ise, "Döviz kuru, bir para politikası aracı değildir. Merkez Bankası'nın herhangi bir döviz kuru hedefi, taahhüdü yoktur." diyerek dövize dokunmayacaklarını belirtiyor, 'dalgalı kur' rejiminde riskin devlette değil piyasada olduğunu hatırlatıyor. Ancak ihracatçılardan sonra son dönemde sanayiciler de ithalattaki patlamadan ve bunun yerli üretimi olumsuz etkilemesinden duydukları rahatsızlığı daha sık dile getirmeye başladı. Üretimdeki sıkıntılar istihdama da yansıyor.
Bununla birlikte bazı çevrelerce dillendirildiği gibi Türkiye'nin 2001 krizi benzeri bir krizle karşı karşıya kalması gibi bir manzara görünmüyor. O dönemden bu yana yapılan birtakım yapısal reformlar bu yolu tıkamış durumda. Mevcut şartlarda tek başına cari açık riskinin, 4 yıl öncesindekine benzer yıkıcı bir krizi tetiklemesi de zor görünüyor.
Hükümet 2006'da reel sektöre odaklanmalı
İstanbul Sanayi Odası Başkanı Tanıl Küçük, 2001 krizi sonrasında, Türkiye'nin siyasi ve ekonomik istikrar noktasında, çok önemli bir mesafe aldığını vurguluyor. Enflasyonla mücadelede elde edilen başarıyı 'tarihî' olarak nitelendiriyor.
Enflasyonla mücadelede ve mali disiplindeki başarının etkisiyle faiz oranlarında çok önemli gerilemeler olduğunu da belirten Küçük, "1990'lı yıllar boyunca % 10-12'lerde dolaşan, 2001'de % 17'ye kadar çıkan bütçe açığının GSMH'ya oranı ilk kez 2005 yılında % 3 civarına inmiştir. 2001'de % 90,5 olan kamu net borç stokunun GSMH'ya oranı, 2004 yılında % 63,5'e düşmüş ve % 60 olan Maastricht kriterlerine çok yaklaşılmıştır." diyor. Son 15 çeyrektir aralık süren büyüme ile ihracat artışının da çok önemli başarılar olduğunu vurgulayarak, buna rağmen rekor düzeylerdeki dış ticaret ve cari işlemler açığının bu gelişmeleri gölgelediğine işaret ediyor. Küçük'e göre bu açıkların temel sebebi aşırı değerli Türk Lirası. Sanayi üretimindeki yavaşlamanın da gerekçesi aynı. İthalatı özendiren değerli YTL hem dış hem iç pazarda sanayinin rekabet gücünü olumsuz etkileyerek, kârsız çalışılmasına sebep oluyor. Bu gidişin sürmesi durumunda Türkiye'nin üretim altyapısı ve istihdamda ciddi kayıplar yaşayacağı uyarısını yapan Küçük, bunun işsizlik sorununu derinleştireceğini düşünüyor. 2006'ya bakıldığında en önemli gündem maddesinin ise rekabet gücündeki tahribatın giderilmesi olması gerektiğini vurguluyor. YTL'nin değerli olması kaçınılmaz ise çözüm olarak bu durumdan büyük zarar gören üreticiyi destekleyecek önlemlerin alınmasını öneriyor. Küçük Türkiye'nin en büyük sanayi kesimini temsilen diğer öneri ve beklentileri şöyle sıralıyor: "Sanayimizi yakından ilgilendiren, elektrik enerjisinde dağıtımın özelleştirilmesinde hâlâ mesafe kaydedilemedi. İstihdam üzerindeki yükler süratle taşınabilir düzeylere çekilmelidir. Kayıt dışının yarattığı haksız rekabet sürmekte, vergi reformu hâlâ beklemektedir. Bunun için, Avrupa Birliği perspektifi kesintisiz bir şekilde ve başarıyla sürdürülmeli, uluslararası likidite koşullarındaki ılımlı hava devam etmeli, mali disiplin kararlılıkla korunmalı ve yapısal reformlarla desteklenmelidir. Türkiye 2006'da da büyümeli ve beş yıl üst üste büyüyerek, sürdürülebilir büyüme yoluna girmeyi başarmalıdır."
Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği Başkanı Dr. Ömer Bolat ise 4 yıl önce ekonominin en büyük problemleri olan güven eksikliği, kriz psikolojisi, kamu maliyesinin iflası gibi ağır sorunların son üç yılda hızla ortadan kaldırıldığına işaret ederek, "Kamu maliyesi ve finansal sektördeki bozulmalar büyük ölçüde rehabilite edildi. 4 yılda reel yüzde 30 büyüme sağlandı. İhracatta yüzde 125'lik bir artış sağlandı." diyor. Finansal sektör ve kamu maliyesindeki rehabilitasyondan sonra sıranın reel sektörün rehabilitasyonuna geldiğini vurgulayan Dr. Bolat, yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor: "Ekonomi toparlanma sürecini artık geride bırakmalı ve atılım sürecine geçmeli. Bunu MÜSİAD olarak “3 İ” ile ifade ediyoruz; istikrar, istihdam ve ihracat. Hükümetten beklenen bu konulardaki politikaları hızla uygulamaya koyması ve uluslararası rekabetçi bir ekonomik yapı için yatırım ve üretim maliyetlerinin uluslararası alandaki rakiplerimizin seviyesine düşürülmesidir. Özellikle sigorta primleri ve enerji maliyetlerinin düşürülmesi Türk sanayisini ateşleyecektir. Eğer istihdamı arttırmak istiyorsak KOBİ’lerin desteklenmesi, emek yoğun sektörler olan tekstil, tarım ve inşaattaki sorunların çözüme kavuşturulması gerekiyor. 15 yıldan bu yana Türkiye ekonomisini kemiren ve son 11 yılda 313 milyar dolarlık bir yükün ödenmesine sebep olan faize dayalı rant ekonomisiyle mücadele gevşetilmemeli ve sosyal güvenlik reformu da acilen gerçekleştirilmelidir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder